17 Nisan 2017 Pazartesi

İslam'da Boş İnanç ve Hurafe Yoktur

Hiç yorum yok



İslam'da Boş İnanç ve Hurafe Yoktur

Sait Koçer

Kur'ân-ı Kerîm'de geçen âyet-i kerîmelerin hepsi Hak'tandır ve haktır ve bunlar birbirinden ayrılamaz bir bütün teşkil etmektedirler. Bu sebepledir ki, Kurân-ı Kerîm'in hakkaniyetine, O'nun Allah kelâmı ve Hz. Peygamber'e indirilmiş bir kitap olduğuna delalet eden bütün delillerin Kurân'ın her bir âyetine de delil olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

İslâm düşmanı itirazcılar şöyle diyorlar: "İslâm'da boş inanç (hurafe) yoktur." derler. Oysa var, işte örnek: İslâm'da büyü ve büyünün tesirinin gerçek olduğuna inanılmaktadır. Sonra da büyü ile alâkalı Bakara sûresinin 102. âyetini ve Sahih-i Buharî'de Hz. Âişe (r.anha)'den rivayet olunan hadis-i şerifi zikrediyorlar ve şöyle diyorlar: "İşte bu âyet ve hadislere dayanılarak, İslâm ulemasının cumhurunca büyünün etkisinin gerçek olduğu savunulur."

BÜYÜ-SİHİR ve HURAFE NE DEMEKTİR?

 Onların itiraz ve iddialarına cevap vermeden önce büyü, sihir ve hurafe kelimelerinin ifade ettikleri manalar üzerinde duralım.

Sihir-Büyü: Gizli, ince, anlaşılması güç olay, aldatma, gözbağcılık, haktan uzaklaştırma, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme gibi manalar ifade etmekte olup, bir kaç çeşidi vardır.

a) Güçlü ruh sahiplerinin yaptığı iddia edilen büyüler. İnsan ruhunun temizlenmesiyle bazı güçler kazanacağına, kendi bedenlerinde olduğu gibi başkalarının bedenlerinde de tesir yapabileceğine inananlar, başka varlıkları buyruk altına alabilmek için uzlete çekilir, çeşitli riyazetler yaparlar.

b) Cinlerden faydalanılarak yapılan büyüdür. Yaptığı tılsımlarla kötü cinleri veya ervah-ı habîseyi tesiri altına alabilen kişiler istediklerine kötü şeyler yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar, vb... Burada büyünün kötü tesirini yapan cinlerdir. Büyülenmiş kişi cinlerin tesiri altına girer.[1] Bu durumdaki birine "mecnun" denir. Manası: "Cinlere yenik düşmüş kişi" demektir.

Cin; kapalı, görülmeyen demektir. Ama zâtından değil de, bizim için kapalı, görülmeyen veya akla kapalı demektir.

Cinnet kelimesi ise deli olma hali; cinn de (Allahu âlem) bütün bu işlerde bilinen, görünen âmil (yani sebepler planında zahirî âmil) ve bu işe sebebiyet veren faktördür.[2]

İşte yukarıda belirtildiği gibi sihir; hakikati ve gerçekleri olan bir fiildir. Hurafe ise; uydurma, batıl inanç, efsane veya gerçek olmayan şeylere inanma manasına geldiğinden sihir ile hurafe arasındaki fark; gerçekle yalan arasındaki fark gibi kesin ve belirgindir.

c) Yalanı gerçek, gerçeği yalan gösterme ve aldatma manasına gelen sihirdir ki, gözbağcılık denilen, el çabukluğuyla yaptığını gözlerden kaçırmak ve yaldızlı sözlerle kulakları avutmaktır.[3]

İşte bu manaya gelen sihir kelimesinin gölgesinde veya bu mananın gölgesine sığınarak, gerçekliği ve hakikati olan sihri de kabul etmemek ve tesirine inanmamak doğrusu; hakikate gözünü kapamaktan başka bir şey değildir.

İlim adına konuşanlara düşen vazife, hakikatleri toptan inkâr edip görmezlikten gelme değil, bilakis esas vazifeleri mümkün ve vaki olan her şeyin, ilmin araştırma alanına gireceğini kabul ederek, meseleyi tetkik etmeleridir.

Vakıaları görmezlikten gelmenin kimseye fayda getirmeyeceği ve bu davranışın da gerçeklikle uzaktan yakından bir alakasının bulunmadığı herkesin malumudur. Bütün ilimler ve âlimler adına konuşuyor gibi meseleyi toptan ikaz etmek veya "bilimde yeri yoktur! Bunlar hurafedir!" gibi laflar ise ilme zıt bir peşin fikirliliğin ifadesi bir cesaret işidir!!!

Bu ön bilgi ve fikirden sonra, cinlerin bu tür sihir işlerinde kullanılabilmesi ve tesirlerinin gerçekliği üzerinde duralım.

CİNLER HASTALIKLARA SEBEP OLABİLİR Mİ?

 Cinler maddeye nüfuz edebilecek mahiyette varlıklardır. "Cin şudur" diyemiyorsak da tesir ve nüfuz kabiliyetine sahip varlıklar olduğu açıktır. En basit misaliyle, röntgen şuaları insan bedeninde rahatlıkla yer alabiliyor ve belli ışın çeşitleri maddeyi eritip yapısını değiştirebiliyorsa, bu ışınlardan daha latif olan cinler insan bedenine nasıl nüfuz edemesin ki!... Evet cinler insanın fizyolojik yapısına tesir edip, çeşitli zararlara yol açabilir, damarlara ve beynin merkezî noktalarına müdahale edebilirler.[4]

Demek oluyor ki başta şeytan olmak üzere cin taifesinin insanlara zarar verebilecek şekilde yaklaşıp maddî-manevî tahribatlara yol açabilmeleri mümkündür.

Söz sultanı Efendimiz (sav)'in ifadesi ile "Şeytan insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır." [5] İnsan için alyuvar ve akyuvar gibidir.
EFENDİMİZE (sav) BÜYÜ YAPILMIŞ MIDIR?

Efendimiz'in Sihre Galebesi

Büyü yoktur, inanmam, diyenlerin bir kısmı meseleyi dinî menşeli görüp, küfrün muktezası olarak reddeden inkarcılardır. Diğer kısmı ise hiç okumamış, duymamış ve dünyada olup bitenlerin farkına varamayanlardır.[6]

Kur'ân-ı Kerîm, karı ile kocanın arasını açan sihirden bahsetmekte ve Süleyman (as) ve Musa (as) zamanındaki sihir hadiselerini tafsilatıyla anlatmaktadır.[7]

İkinci olarak: Bir Yahudi (Lebîd İbnü-1 Esam) bizzat Efendimiz (sav)'e sihir yapmıştı. Efendimiz (sav) belli bir ölçüde (Allah'ın müsaadesiyle ve bir hikmete binaen) tesirinde kalıp sıkıntı duymaya başlayınca sahirin malzemeleri meleğin işaretiyle kuyudan çıkarılıp getirilmişti. Muavvizeteyn'in (Felâk ve Nâs Sûreleri) okunmasıyla da Allah (cc) tarafından tesiri yok edilmişti.[8]

Bir itirazcı, Efendimiz (sav)'e yapılan bu büyüyü kastederek "Peygamber, Felâk Sûresi'ndeki uyarıya kulak asmamış mı acaba? Sığınmamış mı? Yoksa Tanrı'ya sığınmış da büyünün etkisi karşısında O'nun Tanrı'ya sığınmasının etkisi bir şeye yaramamış mı?" diyor. Böyle derken de şu gerçekleri göz ardı ediyor:

1) Cumhur-u müfessirine göre bu sûreler Efendimiz (sav)'e yapılan sihirden sonra inmiştir. Felâk ve Nâs sûrelerinin iniş sebebiyle ilgili rivayetler de bu görüşü desteklemektedir.[9]

2) Efendimiz (sav)'e sihir yapılması ne O'nun Allah'a sığınmadığı ne de Allah'ın O'nun bu duasını cevapsız bıraktığı manasına gelmez.

Allah Resulü'nün (sav) bütün hareketlerinde, bir Ölçü ve denge vardır. O, cihanı fethedecek ordular sevk ederken, bir karıncayı dahi incitmeme prensibini de daima korumuştur. Sebeplere tevessül etmiştir; ancak duayı da hiçbir zaman ihmal etmemiştir.

Gece gündüz münacat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Resûlullah (sav)'ın hayatına baksın. Baksın ve insanlık, duanın ne demek olduğunu, dua etmenin adabına ve duanın insana maddî manevî kazandırdıklarını görsün, ibret alsın. Efendimiz (sav)'in bir gün içerisinde okuduğu duaları ve istiğfarı merak edip araştıranlar görecektir ki; duada da O'na ulaşmak mümkün değildir. Sanki O, (sav) hayatının her ânını dua ile geçirmiş gibidir. Bir insan başka hiçbir şey yapmasa ve sadece dua etse, bir ömrü dolduran duası, ancak Allah Resûlün'den nakledilen dualar kadar olabilir. Evet, Rasûlullah (sav) aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı, fakat ibadet ve duada da eşi benzeri yoktu.

Efendimiz (sav)'e "O, meşhurdur" (Sihire mağlup olmuştur) demekle; "O'na sihir yapıldı da bu sihir def ve iptal edildi" demek arasında büyük fark vardır. Bu husustaki rivayetler; Efendimiz (sav)'in sihre mağlup olduğunu veya O'nun duasının icabetsiz kaldığını değil, bilakis Efendimiz (sav)'in mucizesi olarak sihre ve sihirbazlara galebesini haber vermektedir.

Ayrıca bu sihir, Peygamberimiz (sav)'in aklına, kalbine, itikadına değil, ancak beşeriyet icabı O'nun mübarek vücudu saadetlerine tesir etmiştir. Bu da arız olabilecek bazı hususlardan rahatsız olması şeklindedir. İşte bu anlatılan haberler de müessir bir sihre karşı, bir mucizeye delalet etmektedir.

Hayata mal olmuş çok hadiseler ve misaller var ki bunların hepsi de sihrin tesirini göstermesi bakımından önemlidir. Meselâ şu hatıra bu konuda kayda değer.

"Ben geçen yıla kadar büyü diye bir şeye inanmıyordum. Derken, akrabalarımdan biri delirdi. Nöbet geldiğinde kaskatı kesiliyor ve gözlerini bir noktaya dikiyordu. Gitmediğimiz doktor ve hoca kalmadı. En son gittiğimiz yerde bu işlerle uğraşan kişi hastaya okudu ve daha başka şeyler yaptı. Dönüşte arabaya bindik ve o yakınımız hiç alışmadığımız bir ses tonuyla 'Neredeyim ben, ne oldu bana? dedi. Şaştım kaldım ve ondan sonra inandım ki büyü oluyormuş." [10]

EFENDİMİZE (sav) NİÇİN MECNUN DEDİLER?

 Burada birkaç itiraza cevap vermeyi arzu ediyoruz.

İtirazcı cin çıkarma ile ilgili konulara değinerek çeşitli iddialarda bulunuyor. "Ve demek ki Muhammed'e cinlerle çok uğraştığı ve cinlerden bilgi alma yoluna giden biri olarak görüldüğü için, inanmazlarınca 'mecnun yani cinlenmiş denmiştir" diyor.

1) Bu çeşit iddiacıların diğer sorularında da göze çarptığı gibi soruları mantıktan yoksundur. (Aslında sorulan bir soruya doğru cevabın alınabilmesi için en önemli esaslardan birisi sorunun doğru olarak sorulması gerekir.)

Siz ruh ve akıl hastası birine bin defa "akıllı" ve "âlim" deseniz, o yine gerçek manada akıllı ve âlim kabul edilemez. Aynen onun gibi, Efendimiz'in (sav) can düşmanları olan hasımlarınca O'na (haşa) "mecnun" denmesi de bir mana ifade etmez. O'nun cinlerle uğraştığı manasına gelmez. Zaten Kur'ân-ı Kerîm bu iddiaları yalanlamaktadır. Meselâ: "O, zalimlerin seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini ve konuşurken "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!" dediklerini gayet iyi biliyoruz. "Bak, senin hakkında (büyülenmiş, cinne tutulmuş şekilde) nasıl misaller verdiler de doğru yoldan saptılar" (İsrâ Sûresi, 17/47-48) demektedir. Âyet-i kerîme'de görüldüğü gibi O'na (sav) mecnun diyenlerin sapıklar olduğu belirtilmektedir.

"Sen öğüt ver, Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhin ne de cinlenmişsin. Senin okuduğun zikir, âlemlere öğüttür." (Tûr, 52/29-30)

"Rabbinin nimeti sayesinde sen cinlenmiş değilsin" (Kalem, 68/2) Duyurulmaktadır.

Rahmeten lil âlemin Efendimiz'e (sav) iftira atanlar iddialarını ileri sürerken, iddia ettikleri mevzulara delil olması için, hayatının her safhası bilinen ve kaydedilmiş olan Efendimiz'in cinlerle (Risalet vazifesi dışında) uğraştığına dair birkaç misal veya delil getirmeleri gerekmez miydi?

2) İtirazcılar, asıl kaynaklara inmeden, sokaklarda dinî değerleri istismar veya tezyif için satılan, ama asla Kurân-ı Kerîm'de ve sahih kaynaklarda (sünnette) geçmeyen duaları ve yine usullerini veya sihir bozma iddialarını sanki kitap ve sünnet kaynaklı imiş gibi gösterip bunların gölgesinde İslâm'a saldırmaktadırlar.

Böyle davranmak yerine işportada satılan sihir bozma dualarının Kurân'da ve sahih kaynaklarda bulunduğunun ispat edilmesi ve eğer bulunuyorsa erbabınca tecrübe edildikten sonra fayda sağlanamadığının da ispat edilmesi gerekir ki, yapılan iddiaların bir manası ve mantığı olsun...

3) Ve yine itirazcıların dayakla cin çıkarmaya misal olarak anlattıkları hadiseleri, Kurân-ı Kerîm'de sahih hadis kitaplarında ve diğer sahih kaynaklarda görmüyoruz. Önce dayakla cin çıkarma yolunun İslâmî bir usul olduğunun ve bu İslamî usul uygulanarak, dayakla cin çıkarılırken ölenler olduğu yer ve zamanı gösterilerek ispat edilmesi gerekir.

HABİS RUHLARIN ve CİNLERİN ŞERRİNDEN KORUNMA

 Habis ruhlardan ve cinlerin şerrinden korunmak için takip edilecek yolları şöyle özetleyebiliriz:

a) Allah (cc) ve Resûlullah (sav) ile iyi münasebet kurup, İslâm'ın prensiplerine uyulmalıdır.

b) Fiilîve kavlî dua ile Cenâb-ı Hakk'a (cc) iltica edilmelidir. Korunmamız hâl-kâl, iç-dış, fiil-dua bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır. Zaten vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde doktora gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk'a el açıp şifa dilememiz de kavlî duadır...

c) Nezd-i uluhiyet'te makbul kimselerin duası alınmalıdır. Nitekim Efendimiz'e (sav) bu şekilde rahatsız bir çocuk getirildi. Efendimiz (hafifçe) vurup "çık ey Allah'ın düşmanı" buyurdu. Sonra çocuğun yüzünü yıkadı ve dua etti. Neticede çocukta hiçbir şey kalmamıştı. Biz de böyle hüsn-ü zannımız olan kimselere müracaat eder, onlardan dua diler ve "İnşaattan Cenâb-ı Hakk şifa verir" deriz.[11]

Mü'minin duası hususiyle bizahril-gayb yani arkasından olursa makbuldür. Bu mevzuda itirazcı ise yukarıdaki rivayeti zikrederek şöyle sormakta: "Çocuk iyileşmiş miydi? "Bir sav olmaktan ileri gitmiyor kuşkusuz."

Öncelikle, rivayetin içinde çocuğun iyileştiği açık ve sarih olarak belirtiliyor. Eğer inanmıyorsa çocuğun iyileşmediğine dair delillerin ortaya çıkarılması gerekir. Acaba bir haberin veya hadisenin doğru olup olmadığının anlaşılması için; mutlaka o hadiseye itirazcının şahit olması mı icap eder?

d) İnançlı psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir. Yani materyalist ve inkarcı olmayan ve âli ve habis ruhlara, cinlere ve tesirlerine inanan ehil psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir.

e) İstiaze, Ayete'l-Kürsî, Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sûreleri) vb. dualar okunmalıdır. Çünkü bunlar Efendimiz (sav) tarafından bizzat tavsiye edilmiştir. Daha başka dualarıhem de muhtelif sayılarda okunmasını tavsiye edenler var.[12]

- Dualarla cinlerden ve habis ruhlardan kurtulanlara yakın tarihimizden misaller.

a) Yakınlarımdan birinin yüzü felç oldu, bir hafta Kaside-i Bürde'yi okudum Allah (cc) 'in izniyle şifa buldu.

b) Çok sevdiğim 10-15 senelik bir arkadaşımın hanımında evlenir evlenmez trans hali gelmeye başladı. Kaskatı kesilip dönüyor ve "geldiler" diyordu. Gitmedikleri doktor kalmadı. Prof. Ayhan Songar, bir sene meşgul oldu. Sonra Allah (cc) başka bir yerden kapı açtı. Arızalı ve malûl kimselere okuyan iki yüksek okul bitirmiş bir hocaefendi bir ay gelip bu kadına okudu. Bizzat kendim de gittim ve Ashab-ı Bedr'in isimlerini de yanımda götürdüm. Ben daha merdivenlerden çıkarken kadın bağırmaya başladı. Ben içeriye girmeye lüzum görmedim. "Bizim iş tuttu" dedim ve Ashab-ı Bedr'in isimleri bulunan kağıdı arkadaşa verdim. Arkadaş götürüp kağıdı kadının üstüne bırakıverdi. Aşağıya sesi gelen kadın şöyle diyordu: "Niye kaçıyorsunuz? Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi?" Bütün bunları nasıl izah eder ve hangi maddî sebebe bağlarsınız.

Şimdi kadın tamamen iyileşmiş durumdadır.[13]

Sonuç

Sihir-büyü gerçektir ve yapılabilir, yani büyünün tesiri mümkün ve vakidir. Ancak, başkasına büyü yapıp kötülük etmek, karı-kocayı birbirinden ayırmak, bu yolla insanları birbirine düşürmek, tutsun tutmasın bu mevzuda gayret sarf etmek, (yapmak ve yaptırmak) yapana da yaptırana da yardımcı olmak katiyyen haram ve günahtır; helâl itikat ederek yapmak ve yaptırmak da küfürdür, insanı kafir yapar. Fakat birisi gerçekten cinlere veya büyüye maruz kalmış da ızdırap çekiyorsa, okumakla onu bu ızdıraptan kurtarmak herhalde sevaptır. Şu kadar ki, bu mesele bir meslek, meşgale ve iş haline getirilmemelidir. Zira hadis ve sünnette bu meselenin yerini göremiyoruz. Efendimiz (sav) cinlerle görüşmesine görüşmüştür ama, bu onun nübüvvet vazifesi çerçevesinde olup, onların da peygamberi olduğundandır. Efendimiz (sav) kendilerine İslâmiyet'i tebliğ etmiş biatlerini almış ve yapmaları gereken mükellefiyetleri bildirmiştir. Bunun dışında, cinlerle nasıl irtibat kurulur, onlar nasıl çalıştırılır, büyü nasıl yapılır ve bozulur, bu mevzularla hiç uğraşmamıştır. Efendimiz (sav)'in nurlu beyanlarında da bu mevzuuyla ilgili herhangi bir şey görmüyoruz. Fakat, onların yaklaşma noktalarını, zararlarını ve habislerinden kurtulma yollarını talim etmiştir. Şu kadar ki, umumî manada ümmetin bu meselelerle uğraşması tasvip edilmese dahi belli kuvvete, ruh gücüne ve kabiliyetine sahip olan ve manaya gözleri açık bulunan zevatın cinleri hayır istikametinde kullanmasında herhalde bir mahzur olmasa gerektir. Nitekim Süleyman (as) bunu yapmıştır.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

News widget

ÜNIVERSITE REFORMU Atatürk, Türkiye’nin hayatının bütün alanlarında olduğu gibi öğretim alanında da yeni bir yol çizerek ülkemizin maddi ve manevi gelişmesine yön vermiştir. Bu yönü belirten en güzel sözü 1935’te Ankara’da kurulan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin girişinde yazılı olan : «Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.» sözüdür.Türklerin ilk yüksek öğrenim kurumlan olan medreseler, genellikle islam dini esaslarına uygun bilgiler okutuluyorlardı. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırdığı ilk medrese bugünkü İstanbul Üniversitesinin başlangıcı sayılabilir. XVI. yüzyılın sonuna kadar intizamlarını koruyan medreselerin, sonraları çeşitli sebeplerle yetersiz kişilerin müderrislik yapmaya başlamaları yüzünden bozuldukları, bir türlü düzeltilemedikleri bilinmektedir. Tanzimatm ilanından sonra, İstanbul’da medreselerin yerine bir Darülfünun kurulması uygun görülmüşse de ilk açılan Darülfünun iki yıl sonra kapatılmıştı. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 yılında Darülfünunu Osmani, İstanbul Darülfünunu adını alarak tüzel kişilik ve bilimsel özerklik kazanmıştı. Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen ve İlahiyat Fakültelerinden oluşuyordu.İstanbul Darülfünununun, Türk inkılaplarının hazırlanması ve yürütülmesinde yeteri kadar yardımcı olmaması ve hatta bunlardan bazılarına karşı çıkması ya da pasif direnişe geçmesi ve Darülfünunda ciddi bir İlmi çalışma olmaması, hocaların orijinal İlmi çalışmalar yapmamaları ve bilimsel eser verememeleri üzerine Atatürk, Darülfünunun ıslahı için İsviçre’den Profesör Albert Malch’ı getirtmiş ve onun hazırladığı rapor esas alınarak İstanbul Darülfünunu kaldırılmıştır. Darülfünunu kaldıran 31.5.1933 tarih ve 2252 sayılı kanun, İstanbul Üniversitesine bağlı bir üniversite kurulmasını öngörüyordu. Bu kanunla İstanbul Üniversitesine bağlı olarak Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen Fakülteleri kurulmuştur.Atatürk’ün üniversite reformu genellikle Alman Üniversite modeline göre yapılmış olup Rektörü, Dekanları ve Fakülteleri ile denenmiş Alman modeline göre yapılmış Üniversite Reformu,' Atatürk’ün eğitim ve öğretim alanında yaptığı inkılapların en müstesna parçasını oluşturur. Başlangıçta, İstanbul Üniversitesinde ve Ankara’da kurulduğunu yukarıda belirttiğimiz Hukuk ve Dil Tarih ve Coğrafya Fakültelerinde kırk kadar Alman bilim adamının görev alması, Üniversite Reformunun başarılı sonuçlar vermesinde değerli bir etken olmuştur.Atatürk’ün hayatında Ankara’da. açılan son yüksek okul da Siyasal Bilgiler Okulu’dur. Bugün Fakülte olan bu okul, Mekteb-i Mülkiye’nin bu adla 1936 - 1937 ders yılında Ankara’ya taşınmasıyla öğrenim hayatını Ankara’da sürdürmeye başlamıştır.

Your News

Ads

Action Games

Avatar

War Heroes

Popular Posts

No Mercy